Thursday, October 2, 2008

Balkona Çıkamamak.


sokakta giderken, kendi kendime
gülümsediğimin farkına vardığım zaman
beni deli zannedeceklerini düşünüp
gülümsüyorum
Orhan Veli


Bugün 29 Eylül. Artık bir aylık New Yorkluyum. Yok yok New Yorker olamadım daha. Kısa bir zamanda da olabileceğim gibi gözükmüyor… Daha da her şeyin fiyatını Türk lirasına çeviriyorum ordan biliyorum.

Benim için New York en son bıraktığınız gibi, zaman zaman fazla olarak çoğalmaya devam ediyor. Bloga başlamadan önce arkadaşlarıma ilk New York izlenimlerimden oluşan bir mail atmıştım. "Bir yiyeceğin sadesini bulmak için çaba sarf etmek gerekiyor, mesela patlamış mısır aldım chedar peynirli çıktı" demiştim.İkinci denemem de tereyağlı mısırla sonuçlandı. Daha da mısırın sadesini bulamadım. Çok mısır çeşidi var ama sadesini göremedim daha.

Benim yaşadığım yer Brooklyn’de Kensington. Etrafımda ki evler iki türlü. Birincisi filmlerde filan gördüğümüz bahçeli, dubleks evler. Çok fiyakalı gözüküyorlar. Bunlara Victorian deniyor.Daha içlerine giremedim. İkinci tip evler ise bizim de yaşadığımız apartman daireleri. Konuya geliyim, buradaki apartmanların balkonu yok sevgili okuyucu. Manhattan apartmanların bir çoğu balkonlu. Fakat Brooklyn de her yürüdüğümde apartmanlara mutlaka göz atıyorum, balkonu olan apartman yok denecek kadar az. Balkonların yerine yangın merdivenleri kapmış.

Balkon olmadan apartmanlar çok asık suratlı oluyormuş bilmiyordum. Sen de bilirsin dışarıdan baktığında her pencere aynıdır. Perde vardır içerisi gözükmesin diye. Ama her dairenin balkonu farklıdır. Bazıları çiçek doludur bazıları çamaşır. Bazı balkonların müdavimleri vardır. Her vakit otururlar. Her balkon sahibi hakkında bir şey söyler kısacası.

Neden balkon yok sorusuna cevap bulabilecek kadar bilmiyorum buraları. Tecrübeyle sabit olmayan genellemeler de meclisimizin kapısında bırakalım olur mu ? Hem istersen balkon olmayınca neler oluyor onu anlatayım sana.

Balkon olmayınca evle sokak arasında olamıyorsun hiç bir zaman. Ya evin içinde oluyorsun ya da sokakta kalıyorsun. Arada kalmanın konforunu yaşayamıyorsun hiç. Evde için sıkıldığında, ama dışarıyla da karşılaşmak istemediğim zamanlar balkona çıkardım İstanbul”da. Şöyle kuş bakısı kendi çevrene dışarıdan bakmanın keyfi o anlarda çok iyi gelir, az biraz ıslanıp ufka bakmak alırdı sıkıntımı.

Balkon olmayınca, yüksekte olmanın verdiği yakalanmama güveniyle başkalarını seyretmenin iç gıcıklayan, alışkanlık yapan zevkini yaşayamıyorsun. Sırf bu yüzden elinde çayı kahvesi gelen geçene kulp takan amcalar teyzeler de yok burada. Belki de bu civarda yaşlılarının daha asık suratlı olmasının bir sebebi de budur. Zaten şimdiye kadar başkasına seyreden kimseyi görmedim! Metro da o kadar insan sanki bir yönetmenden komut almışçasına birbirleriyle hiç göz göze gelmemeyi beceriyorlar. Kimse kimseye bakmıyor : “evet New Yorker lar şimdi kesinlikle göz göze gelmiyoruz. 3…2…1.. Action.”

Balkon dediğinin denizin yan etkisi de olabilir. İçinden deniz geçmeyen bir kentte balkon da cok lazım olmuyor galiba. İstanbul’da da her balkondan deniz gözükmediğini bildiğim halde Ankaralı taksi şoförünün sözleri hala kulağımda. “Balkona niye çıkıyım ki ? Gördüğün başka bir bina. Balkon dediğin deniz için icat edilmiş kesin”.

Belki de balkonu evin büyük çocuğu akıl etmiştir ilk. Anne babasından güya gizli sigara içen büyük çocuk. Burada kimsenin böyle göstermelik bir saygıya ihtiyacı olmadığı için balkon da lazım olmuyor çok sık.

Bunlar geçerken aklımdan evin yakınlarında rastladığım yeni yapılmış, balkonlu bir apartman (hemen yandaki fotoğraf) balkona yabancı olduklarına ikna etti beni. Sanki hiç balkon görmemiş bir mimar çizmiş apartmanı.

Blogu yeni acan okurlarımız için bir özet geçelim isterseniz:
‘Sevgili günlük bugün sana bir fıkra anlatmak istiyorum. Cehennem de kızgın alevlerin ve haykırışların arasında bir grup insan kahkahalarla gülüp eğleniyorlarmış. Bu durum Baş Zebaninin dikkatini çekmiş tabiki. Usulca yaklaşıp ‘ Siz New Yorklusunuz di mi ? demiş. Bizimkiler şaşırmış ‘Nasıl anladın” demişler. “Cehennemdesin ama burayı cennet sanıyorsunuz. Oradan tanıdım” demiş.
Sevgili günlük sana bu fıkrayı neden anlattığımı merak ediyorsun değil mi? Dedim ya burada dairelerin balkonları yok. Hem biliyor musun günlük, balkon apartmanın mimiğiymiş, balkonsuz apartman Matrix’in ajanları kadar soğuk ve korkutucu oluyormus, yeni öğrendim.


Beslenme Çantası (Meraklısına Ev Ödevi)
Pek sevgili okuyucu;
Bu yazıdan itibaren, Beslenme Çantası başlığı altında beni etkileyen bir görseli seninle paylaşmaya karar verdim. Hani sen de bu görseli bahane edip, aklına gelenleri bir cümle haline getirip buraya eklersen ne güzel olur değil mi? Sana da iyi gelir bence. Yazdıkça açılırsın. Bak bana…
Ev ödevini sürekli yapanlara New York’tan hediye göndercem, söz.
İlk görsel hemen yukarıda. Hadi oturmaya gelmedik…
(Eğer gmail adresin yok diye blokun yorum kısmına bir şeyler yazamıyorsan gönder ev ödevini bana. Ben yayınlarım. Gönderdiğin mailin subjec kısmına Ev Ödevi yaz olur mu ?)


9 comments:

SE7IN said...

son yıllarda normal koşullar altında son dakika olmadan ödevlerini (yani işte ödev dersen ödevlerini) yapamayan bendeniz bu "beslenme çantası"nı görür görmez ilkokuldaki çalışkan yıllarıma döndüm. eve gelir gelmez önlüğümü çıkardım yemeğimi yedim ve oturdum dersimin başına:

öncelikle merhaba,
bu benim bu blog'daki ilk comment post'um o yüzden biraz heyecanlıyım.
sonracığıma, (tam bir ingilizce essay mantığıyla yazıyorum: first of all, second,... son olarak diye de bitiricem hayırlısıyla) şunu diyeyim ki o "image" beni dertlere saldı altan bal. çünkü o "image" burada bi kırtasiye firmasının (ipek kağıt galiba) piyasaya çıkardığı cep defterleri serisinin kapağında yer alan bi "image" ve benim bi arkadaşımda (işte dertlere salan kısım: hangi arkadaşımda???) o defterden var. resmi görür görmez beynimin elektrik akımı şeyleri cızırdamaya başladı da o kişinin (muhtemelen bi kadın) kim olduğunu hatırlayamıyorum bi türlü (lan?!?! canay mı yoksam?!?!)
ayrıca gene o "image"ı görünce "la haine" geldi aklıma, matthieu kassovitz geldi, "fransızca gelecek zaman çekimini nasıl yapıyoduk len?" diye düşündüm, sonra 2005'te fransa'daki olaylarla ilgili yazdığım bi paper'ın sunumunda "burnt paris down to the ground" deyişim ve kemal hoca'nın (kirişci) "tam televizyon muhabiri gibi konuştun sevin" deyişi geldi, yani geldi de geldi...
hakkaten yazdıkça açıldım bak, oh ödevimi de yapmış oldum.
öğretmenim, bittiii!!

Murat PULAT said...

Valla ödev deyince hiç durmam Türküm öğünürüm çalışırım ödevim olmasa bile ödev adlederim.

Şimdi mevzu bende şöyle manalandı; bıktım ulan bu savaşlardan al sana çiçek, yada filmi hatırlayacaksın esas oğlanı söyleyince (Cem Yılmaz) adam karısını başka bir adamla basar ve elindeki (karısı için aldığı, olaydan bir kaç stop önce) çiçekleri doğrayıp karısına atar intikam niyetine.

Sonuç;Bütün dünya birbirine çiçek atsın hatta en büyük anlaşmazlıkların cezası en güzel çiçekler olsun efenim.

Selam ve Sevgiyle

Unknown said...

Altancim, oncelikle bu odevi yapmamin isin ucunda hediye olmasiyla hicbir ilgisi olmadigini bilmeni isterim, ama sen gelirken eli bos gelme tabi, ayip olur :) Bi de herkese blogunu guncelleyince haber veriyosun, iyi hos da, biraz da bireysel olarak ilgilen bizimle lutfen. İste benim psikanalitik yorumum:

Bence bu adam cok utangac, bi kere cok duygusal, ama kendini ifade etmekte gucluk yasiyor ve bu duygusalligindan da utaniyor, zira kasketinin ve burnuna kadar cektigi balikci yakasinin ardina gizlenmis kimligini ele vermemek icin. Guya o renkli cicekleri siyah-beyaz dunyaya atacak, boylece de sevgi, dostluk ve kardeslik mesajlari verecek ama o cicegi olimpiyatlardan firlamis gulle atmacilarla, oyuncak el bombasi firlatacak cocuklar karisimi bir edayla tutuyor. Kaslarini catmis, pozisyonunu almis, bir gorevimi yapiyim de kurtulayim havasi, bir adamsendecilik, bir vurdumduymazlik, bir bana dokunmayan yilan bin yasasincilik... Neticede o cicek, o elde sakil durmus, o da kurtulmak ister gibi yani zavallim :(

Seni etkilemis, bizim cenemiz yoruldu, sen de soyle acep, sen niye sectin bu gorseli ev odevi olarak, ne gibi duygularin uyandi? New York'tan bildir bakalim...

asli said...

_ev ödevim:
bu politik görsel imge üzerine düşünürken, ister istemez bir düşünceyi slogana indirgemenin imkansılığını kavrıyorum. barış, savaş için de bir bahane olabiliyor çoğu zaman. amerika'nın ırak'a girmesinde olduğu gibi. barışın savaşarak elde edileceği inancı varlığını koruduğu sürece barış gelmeyecek.

bir buket çiçeği fırlatan bu maskeli adam bana bu tezatı düşündürüyor yalnızca. çünkü çiçek fırlatılmaz bana göre. tabii ki bir imge pek çok farklı şekilde okunabilir.

İstanbul Hatırası F.M said...

Funda Topal demis ki

"selam.. bana mucizevi mandarin hatırlattı bu çizgi topluluğu.. ne daha çok acıtır insani?. ya da acıyan eti midir kimsenin, hangisi daha önce acır ya? beden mi ruh mu? hangisi diğerinin ardılı.. uslanmaz bir romantik olduğumdan değil asla öyle sanılmasın hala bir parça insan kalabilenlerin adına, seni de beni de yanıtlıyorum ilkin ruh acır; tek boynu bükük çiçek yeter üstelik ruhun şah damarını koparıp almaya...:

Unknown said...

bugün bu görseli görmeden önce aklımdan geçenler,
anlatmak çaresiz bişi

gülsen

Unknown said...

bugün bu görseli görmeden önce aklımdan geçenler,
anlatmak çaresiz bişi

gülsen

Unknown said...

bugün bu görseli görmeden önce aklımdan geçenler,
anlatmak çaresiz bişi

gülsen

zafka said...

deneme birki deneme birki ses ses, günlükler aksamasın:)