Tuesday, November 4, 2008

Pull ile Push

"Hayvanlar konuşabilseydi eminim onları kesmezdik"
Voltaire

Sevgili okuyucu, biliyorum uzun zamandır seni ihmal ettim, kızma bana! Son günlerde New Yorker olma yolunda çabalarımı biraz arttırdım da. İçin rahat olsun bayağı bir yol katettim. Mesela artık yürürken kahve içebiliyorum hem de pipetle… Yok yok daha New Yorker olamadım. Daha da karıştırıyorum hemen hemen her kapının üzerinde yazan “Pull” ile “Push”u. İnan bana bazen içeri giremiyorum bazen de çıkamıyorum dışarı.

Aslında kafamdaki sıraya göre bugün sana çok farklı konulardan bahsedecektim. Fakat bilirsin burası New York; “Beş dakkada değişir bütün işler”. Rastlantılar değiştirdi her şeyi.

Her şey bir önceki yazımda Beslenme Çantası kısmında verdiğim ev ödeviyle başladı. (sırası gelmişken yorum yazanlara teşekkür ediyorum. Devam edenlere hediyeler yolda…) Ev ödevi olarak verdiğim görselin çizeri bildiğiniz gibi Banksy idi. Hani su yaptığı duvar resimleriyle hakli olarak efsane olan gizemli kişilik.

Raslantılar yanyana geldi ama önce Selim geldi Türkiye'den. Ben de zaman zaman takıldım onun peşine ve Banksy’in New York’ta sergi açtığını da ondan duydum. Bu iç dökmenin konusu olan sergiye gitmem işte böyle oldu. Merak etme, Banksy hakkında ansiklopedik bilgilerle sıkmayacağım seni. Zaten istersen Banksy sana google kadar yakın…

Yok yok sergiye gidip “aman allahım ne güzel bir sergi bu. Hemen yazmalıyım bunu bloga” demedim. Sergi çok etkileyiciydi ama açıkçası sana sergiden bahsetmek aklimin köşesinden bile geçmedi. İnan bana, yasadıklarımı bir bir sana yazmaktan daha önemli islerim var. Örnek olarak siyahlarla basket oynayıp sürekli yenilmeyi verebilirim.

Ve son rastlantı sahneye çıktı. İnternette başka bir karın ağrısının peşindeyken yanlışlıkla tıkladığım bir link beni Milliyet gazetesinin sergi ile ilgiyle haberine götürdü. Linkini vermek isterdim fakat kontrol ettim az evvel, haber ve görseller arşivlenmemiş tabi ki. O kadar yalan yanlıştı ki bilgiler ve yorumlar, ben de durumdan vazife çıkartıp (hep ordu mu çıkartacak. Ben de, ben de…) yazmaya karar verdim blog da..

Öncelikle ufak bir uyarıyla başlayayım izin verirsen; Türkçe kaynaklarda yazdığı gibi sergi Banksy’in , New York'da ilk resim sergisi değildi. Serginin ilk olup olmadığını bilmiyorum ama emin olduğum bir sey var o da resim sergisi değildi. Görünce sen de anlayacaksın zaten. Hatta bu çalışma için sergi kelimesinin bile yeterli olduğuna emin değilim.

Zaten Banksy de sergi salonunu degil, bir pet shop u tercih etmiş. Bildigin pet alınıp satılan shop işte. Araştırmadım aslında, normalde de Pet Shop mu yoksa sergi için mi tasarlanmış bir bir mekan mı burası. Kanımca çok da önemli değil (Her kanımca deyince aklıma Nihat hoca gelir. Lisedeyken fizik hocamız Nihat Bey Bulgaristan dan son göçle gelen birisiydi. Çok nazikti. Biz de bu nazikliği sonuna kadar kullanıp her türlü terbiyesizliği yapardık dersinde. Başka bir öğretmenin bizi eşşek sudan gelinciye kadar döveceği olaylarda, adamcağızın yarım yamalak Türkçesiyle ağzından çıkan en ağır söz şu olurdu: “Kanımca doğru değil bu yaptığın”)

Serginin ismi The village pet store and charcoal gril, türkçeye de şöyle çevrilmiş Kasabanın Evcil Hayvan Dükkânı ve Odun Kömürlü Mangal.

Bence sergi benim gibi et yiyenleri rahatsız etmek için oluşturulmuş. Rahatsız da ediyor. Pet Shop akvaryum içinde yüzen iki adet balık köftesine, ayna karşısında süslenen tavşanlara, ketçapın tadına bakan ya da şarkı söyleyen kızarmış tavuklara, ısı lambalarının altında kıvranan sosislere, kuyruğunu usul usul sallayan panter kürküne ev sahipliği yapıyor. Sağ taraftaki benim cep telefonuyla çektiğim fotoğraflara bakıpta yanılma sakın. Bu saydıklarımın hepsi hareket ediyor. Kızarmış bir civcivin yaşayan bir civciv gibi hareket etmesi kalbi gözü olan herkesi bir takım rahatsız edici, uyku kaçırıcı sorulara yönlendiriyor. Bundan da rahatsız olmasan daha ne diyim ben sana ey okuyucu !

Dedim ya sıkmayacağım seni daha fazla. Ama sen de itiraf et merak ettin degil mi ? Zaten fotoğraflardan bir sey anlaşılmaz mutlaka video görmelisin. İstersen buradan yak: http://thevillagepetstoreandcharcoalgrill.com/menu.html (bu çalışmanın esas sitesi)

Bu video sergide çekilmemiş ama aynı çalışma sergide de var. Bir goz atmalisin bence: http://www.banksy.co.uk/films/index.html

Kanımca mevzuyu çok uzatmam doğru değil !

Hadi o zaman blogumuzu yeni açanlar için kısa bir özet geçelim.

Sevgili günlük !

Bugün New York’taki kaçıncı günüm bilemeyeceğim. Burası hapishane mi ki gün sayıyım, insaf be günlük!

Bugün sana ne olacak bu insanlığın hali, nedir bu vurdumduymazlık diye sormak istiyorum. Misal ben. Bugün konu hakkında çok etkileyici bir sergi gördüğüm halde, sergi çıkışı Selim’le gidip sergiye dair kritikler eşliğinde sucuklu pizza yedim.

Suçlayıcı gözlerle bakma bana günlük, en baştan soyledim; Bazen içine giremiyorum gördüklerimin bazen de dışına çıkamıyorum bildiklerimin. Push ile Pull karışıyor bende surekli.
Beslenme Çantası

Sevgili okuyucu
Seninle yeni bir görseli paylaşmadan önce, konuyla ilgili ufak bir açıklama yapmak istiyorum. Ben her yazı da bir önceki görsel de aslında şu anlatılıyordu diye kanımca gereksiz bir açıklama da bulunmayacağım. Yani sen yazdığınla kalacaksın. Bir de beni yalnız bırakmamış olacaksın bu alemde. Bir soru yok ki ortada bir çözümü olsun değil mi ama ? Benimkisi meraklısına ev ödevi; Garanti veriyorum iyi gelecek sana da. Hem hediye de var bu işin sonunda…

Hazırsan bugünün görseli hemen sağda. Görsellerle ilgili yazılı bir bilgi vermiyorum. İnternette araştırmak gibi bilgisel ve hafif çakalca bir eylemle zaman geçirmene gönlüm razı olmaz...

Thursday, October 2, 2008

Balkona Çıkamamak.


sokakta giderken, kendi kendime
gülümsediğimin farkına vardığım zaman
beni deli zannedeceklerini düşünüp
gülümsüyorum
Orhan Veli


Bugün 29 Eylül. Artık bir aylık New Yorkluyum. Yok yok New Yorker olamadım daha. Kısa bir zamanda da olabileceğim gibi gözükmüyor… Daha da her şeyin fiyatını Türk lirasına çeviriyorum ordan biliyorum.

Benim için New York en son bıraktığınız gibi, zaman zaman fazla olarak çoğalmaya devam ediyor. Bloga başlamadan önce arkadaşlarıma ilk New York izlenimlerimden oluşan bir mail atmıştım. "Bir yiyeceğin sadesini bulmak için çaba sarf etmek gerekiyor, mesela patlamış mısır aldım chedar peynirli çıktı" demiştim.İkinci denemem de tereyağlı mısırla sonuçlandı. Daha da mısırın sadesini bulamadım. Çok mısır çeşidi var ama sadesini göremedim daha.

Benim yaşadığım yer Brooklyn’de Kensington. Etrafımda ki evler iki türlü. Birincisi filmlerde filan gördüğümüz bahçeli, dubleks evler. Çok fiyakalı gözüküyorlar. Bunlara Victorian deniyor.Daha içlerine giremedim. İkinci tip evler ise bizim de yaşadığımız apartman daireleri. Konuya geliyim, buradaki apartmanların balkonu yok sevgili okuyucu. Manhattan apartmanların bir çoğu balkonlu. Fakat Brooklyn de her yürüdüğümde apartmanlara mutlaka göz atıyorum, balkonu olan apartman yok denecek kadar az. Balkonların yerine yangın merdivenleri kapmış.

Balkon olmadan apartmanlar çok asık suratlı oluyormuş bilmiyordum. Sen de bilirsin dışarıdan baktığında her pencere aynıdır. Perde vardır içerisi gözükmesin diye. Ama her dairenin balkonu farklıdır. Bazıları çiçek doludur bazıları çamaşır. Bazı balkonların müdavimleri vardır. Her vakit otururlar. Her balkon sahibi hakkında bir şey söyler kısacası.

Neden balkon yok sorusuna cevap bulabilecek kadar bilmiyorum buraları. Tecrübeyle sabit olmayan genellemeler de meclisimizin kapısında bırakalım olur mu ? Hem istersen balkon olmayınca neler oluyor onu anlatayım sana.

Balkon olmayınca evle sokak arasında olamıyorsun hiç bir zaman. Ya evin içinde oluyorsun ya da sokakta kalıyorsun. Arada kalmanın konforunu yaşayamıyorsun hiç. Evde için sıkıldığında, ama dışarıyla da karşılaşmak istemediğim zamanlar balkona çıkardım İstanbul”da. Şöyle kuş bakısı kendi çevrene dışarıdan bakmanın keyfi o anlarda çok iyi gelir, az biraz ıslanıp ufka bakmak alırdı sıkıntımı.

Balkon olmayınca, yüksekte olmanın verdiği yakalanmama güveniyle başkalarını seyretmenin iç gıcıklayan, alışkanlık yapan zevkini yaşayamıyorsun. Sırf bu yüzden elinde çayı kahvesi gelen geçene kulp takan amcalar teyzeler de yok burada. Belki de bu civarda yaşlılarının daha asık suratlı olmasının bir sebebi de budur. Zaten şimdiye kadar başkasına seyreden kimseyi görmedim! Metro da o kadar insan sanki bir yönetmenden komut almışçasına birbirleriyle hiç göz göze gelmemeyi beceriyorlar. Kimse kimseye bakmıyor : “evet New Yorker lar şimdi kesinlikle göz göze gelmiyoruz. 3…2…1.. Action.”

Balkon dediğinin denizin yan etkisi de olabilir. İçinden deniz geçmeyen bir kentte balkon da cok lazım olmuyor galiba. İstanbul’da da her balkondan deniz gözükmediğini bildiğim halde Ankaralı taksi şoförünün sözleri hala kulağımda. “Balkona niye çıkıyım ki ? Gördüğün başka bir bina. Balkon dediğin deniz için icat edilmiş kesin”.

Belki de balkonu evin büyük çocuğu akıl etmiştir ilk. Anne babasından güya gizli sigara içen büyük çocuk. Burada kimsenin böyle göstermelik bir saygıya ihtiyacı olmadığı için balkon da lazım olmuyor çok sık.

Bunlar geçerken aklımdan evin yakınlarında rastladığım yeni yapılmış, balkonlu bir apartman (hemen yandaki fotoğraf) balkona yabancı olduklarına ikna etti beni. Sanki hiç balkon görmemiş bir mimar çizmiş apartmanı.

Blogu yeni acan okurlarımız için bir özet geçelim isterseniz:
‘Sevgili günlük bugün sana bir fıkra anlatmak istiyorum. Cehennem de kızgın alevlerin ve haykırışların arasında bir grup insan kahkahalarla gülüp eğleniyorlarmış. Bu durum Baş Zebaninin dikkatini çekmiş tabiki. Usulca yaklaşıp ‘ Siz New Yorklusunuz di mi ? demiş. Bizimkiler şaşırmış ‘Nasıl anladın” demişler. “Cehennemdesin ama burayı cennet sanıyorsunuz. Oradan tanıdım” demiş.
Sevgili günlük sana bu fıkrayı neden anlattığımı merak ediyorsun değil mi? Dedim ya burada dairelerin balkonları yok. Hem biliyor musun günlük, balkon apartmanın mimiğiymiş, balkonsuz apartman Matrix’in ajanları kadar soğuk ve korkutucu oluyormus, yeni öğrendim.


Beslenme Çantası (Meraklısına Ev Ödevi)
Pek sevgili okuyucu;
Bu yazıdan itibaren, Beslenme Çantası başlığı altında beni etkileyen bir görseli seninle paylaşmaya karar verdim. Hani sen de bu görseli bahane edip, aklına gelenleri bir cümle haline getirip buraya eklersen ne güzel olur değil mi? Sana da iyi gelir bence. Yazdıkça açılırsın. Bak bana…
Ev ödevini sürekli yapanlara New York’tan hediye göndercem, söz.
İlk görsel hemen yukarıda. Hadi oturmaya gelmedik…
(Eğer gmail adresin yok diye blokun yorum kısmına bir şeyler yazamıyorsan gönder ev ödevini bana. Ben yayınlarım. Gönderdiğin mailin subjec kısmına Ev Ödevi yaz olur mu ?)


Monday, September 22, 2008

Bunu İnsan Okuyacak

“Bastığın yerin iki ayağının kapladığından daha büyük olamayacağını anlamak ne büyük mutluluktur"
Kafka


7 Eylül Pazar 08 günü, bir haftalık New Yorklu olarak, filmlerden görüp çok özendiğim bir “diner” kahvaltısıyla başladık güne. “Kimsenin bir kahramanlık yapmayı düşünmediği” sıradan bir diner kahvaltısıydı.(Sıradan bir diner kahvaltısı hakkında daha sonra uzun uzun yazacağım.)

Canay’la kahvaltı sonrası eve doğru yürürken bir bakkala uğradık. Benim “bir de New York Times alalım. Resimlerine bakarım” deyip gazete rafına bakmamla göz göze geldik onunla. New York hakkında ki ilk fikirlerim bedene kavuşmuş karşımda duruyordu.

Bir gazete ne kadar şaşırtıcı olabilir ki? Soruya soru ile karşılık vereyim: Bir gazete ne kadar “çok” olabilir ki ?

Aşağıda gördüğünüz iki fotoğrafta, sadece bir gazetenin çeşitli açılardan çekilmiş fotoğrafları. New York Times in pazar baskısı. Hemen söyleyeyim çok ağır. Eve kadar bayağı yordu beni. İlerleyen günlerde üşenmezsem tartmayı düşünüyorum. Fotoğrafta gördüğünüz kalınlığı yalnızca gazetelerden oluştuğunu da sanmayın. İki tane de dergi var bu yığının içinde. Biri Ny Times magazine. Time dengi ama kesinlikle daha kalın bir dergi. Bir de moda dergisi var. O da elli atmış sayfa kadar. Sırf gazete biçiminde olanlar on alti tane. Her biri ortalama sekiz sayfa olsa (ana gazetenin sekiz sayfadan kat kat fazla olduğunu unutma ey okuyucu) 108 gazete sayfası eder. Bizim gazetelere benzemiyor da. Dokuz punto yazılar. Buna dergileri de ekle. Bir hafta da zor okunur.

Gelelim içeriklerine; ana gazeteden ayrı olarak bir sanat gazetesi var. Sinema, konserler ve televizyon için bir eğlence gazetesi var. Bir iş hayatı gazetesi var. Bir tane New York’a özel bir gazete var. Bir tane haber analiz gazetesi var.Bir moda gazetesi var. Ve böyle devam ediyor. “Reklamdır çoğu” diye kaytarma sevgili okuyucu. Reklam da çok makul düzeyde. Yalnızca bir gazete, Ny Times Store adlı gazete, Ny Times`in sattığı hediyelik eşyalar gazetesi. Bu gazeteler de neler yazdığını şimdilik anlayamadığım için içerik hakkında fazla bir şey yazamayacağım. Ama Ny magazine de bir Afganistan makalesi vardı, fotoğrafları çok iddialıydı.

Amerikalıların bu gazetenin ne kadarını okuduklarını şimdilik bilmiyorum.
Blogumu yeni açanlar için tekrarlayalım: “Sevgili Günlük; bugün New York`taki birinci haftam. Bu bir hafta içinde New York hakkında söyleyebileceğim ilk kelime “ÇOK”.

Ve sevgili günlük bugünden itibaren fazla olmadan çok olabilmek üzerine biraz düşünmek istiyorum. Sen de düşün istersen ?

Bu blog vasıtasıyla New York Times yetkililerine sesleniyorum: Bu gazeteyi insan okuyacak…


18 Eylül 08/Brooklyn



Bugün İngilizce ne öğrendım:
talk shop: İşten konusmak, iş hakkında konuşmak:
They just talk shop all the time.

Thursday, September 18, 2008

Bilesin İstedim !

''Cebinde bir kurşun kalem taşıyan bir süre sonra bunu kullanmaya başlar."
Paul Auster


Bugün 18 Eylül 2008. Yirmi gündür New York'tayım... Bir şehri bilmek, o şehir üzerine yazmak için çok kısa bir zaman, biliyorum. Benim "çok değişik" dediğimi ne kadar kısa bir zamanda kanıksadığımı fark etmem ve bundan çok korkmak için yeterince uzun bir zamanmış yirmi gün, bilmiyordum.

Zaman hızla geçti, ikinci kez gördüğüm her şey tanıdık gelmeye başladı. Durduramayacağımı bildiğim bu can sıkıcı “alışmaya”, karşı bir şeyler yapmam gerektiğine emin olmamla başladı bu blog.

New York`taki “birinci sezon”umda”, yapabileceğimin çok kısıtlı olduğunu düşünüyorum. Ama tecrübeyle sabittir; bir kursun kalem ve ona eşlik eden bir objektif,sıradan bir cep telefonu objektifi yeterli… Bana değişik geleni, genellemelerin farkedilmez tuzağına düşmeden “ben” yalnızca “ben” üzerinden, yazı ve cep telefonu fotoğraflarıyla görünür hale getirmenin biraz olsun alışmanın rahatsızlığını azaltıcağına eminim.

İnsan kendi değişimini ve kendi değiştirdiğini başka nasıl görünür hale getirebilir ki ?

Bilesin istedim…
Yarın: "Bunu İnsan Okuyacak"
18 Eylül 08/New York
00.55